10 Eylül 2008 Çarşamba

Güneşli bir günde görmüştüm seni...

Kök-hücre gibidir küçük bir çocuk. Eğer henüz takım tutmuyorsa, en az sizin kadar taraftar yapabilirsiniz onu bir çırpıda.

Ali Sami Yen'in tribünlere çıkan merdivenlerini ilk kez tırmanırken zaten Galatasaray'lıydım, neden, nasıl diye sormadan.

Soğuk, kalın bir camın ışığında uzak, küçük bir yeşil halıda oynandığını sandığım maçların mahaline attığım son adımların kareleri belleğimde hala yavaş çekimde oynar. Belli belirsiz garip çığlıklar ve uzaktan çınlayan davul gümbürtüleriyle yavaş yavaş önümde büyüyen bir derin yeşil.

(Bu noktada "Ah nerede o güneşli pazar öğleden sonralarında oynanan maçlar" diyerek de yaşımı ve banal nostaljik/depresif kişiliğimi de afişe edeyim.)

Yaşı ne olursa olsun ilk kez maç'a giden herkesin, neredeyse dünyanın her yerinde, yaşadıkları bu anlattığıma çok benzer zaten. Maçı, daha doğrusu bütünüyle iki takımın karşılaşmasını (topu değil) seyretmenin; binlerce kişi hep beraber aynı hedefe odaklanmış olmanın; bir avuç kişi binlerce kişiye hareket çekmenin; 2 haftalık biriken siniri boşaltmanın (iyisi-kötüsü var, evet) mabedidir orası. Herkesi etkiler. Bazı stadlar ve bazı taraftarlar daha şanslıdır bu coşkunun tecrübesinde ama olsun. Hepsinin sunacağı birşeyler vardır sonuçta.

O güneşli pazar günü Mirsat'ın golleriyle 2-0 yendi Galatasaray Ankaragücü'nü. Yeni Açık Alt'ta merdiven çıkışının ucunda, babamın omuzlarının tepesinde tavanla kafalar arasından görebildiğim kadarıyla Mirsat'a çok kızmıştım ben, döndüğümüzde "-E 2 gol atmış adam" dedilerdi de, "Olsun 5 tane de kaçırdı" demiştim. Etrafımdaki coşkunun da etkisiyle, atılan gollerde tellere doğru uçmaya niyetlenecek hale gelen ben etrafımdaki homurdanmadan da nasibimi almışım, çocuk lan işte...

Hiç yorum yok: